Twitter

19 Nisan 2014 Cumartesi

SHORT TERM 12: “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.."

 “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.." (Hallac-ı Mansur)

Yazıyı yazmaktaki niyetim ne haddimi bilmeyerek bir film eleştirisi yapmak ne de filmi övüp göklere çıkarmak. Yalnızca içinde bulunduğumuz bahar günlerinde filmin ardından içimdeki o duygu seli ile birlikte bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum. Aslında hikaye çocukların cinsel istismarı.! Film boyunca da cinse istismara maruz kalmış çocukları ve onların hikâyelerini izliyorsunuz. İstismara uğrayan çocuklar tıpkı filmde olduğu gibi tehdit ve cezalar nedeniyle olayları gizliyor ve birer hayalet gibi “aramızda” sessiz sedasız yaşamaya devam ediyor. Aslında bu çocuklar Hallac-I Mansur’un : “Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.." sözünü her an içlerinde yaşıyorlar. Ülkemizde cinsel istismara maruz kalmış çocukların rehabilitasyonunu sağlayacak bakımevlerinin olmaması filmi izlediğim süre boyunca “Bir şeyler yapmak lazım” cümlesini tekrar tekrar kurdurttu bana. Siz de izleyin ve düşünün: “Dişlinin bir parçası olacak kadar güçlü görün, en zayıf halka olmamaya çalış.” sözüyle yaşamaya devam ederken bu dünyada başkalarına nasıl yardım edeceğiz? VEYA gerçekten zayıf halkaysak ve bunu kendimize bile itiraf edecek gücümüz yoksa?  Diğerleri için bir şey yapabilecek miyiz?

Filme dönersek:

Destin Cretton'ın 2008 yapımı yine kendisinin yönettiği aynı isimli kısa filmden uzun metraja uyarladığı 2013’de vizyonlara giren film, "risk sınırında" olarak tanımlanan gençlerin yani cinsel istismara uğramış çocuk ve gençlerin geçici bir süreliğine gözetim altında tutulmasını üstlenen bir bakım evinde yaşananları konu alıyor. Grace ve Mason, bakım evindeki gençlerin sorunlarını çözmeye çalışırken, farkında olmadan kendi hayatlarına da dokunacak ve geçmişte çözemedikleri sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalacaklardır.  Kanaya yaraya doğal bir vaziyette tanıklık eden, konusu itibariyle normal şartlarda çok büyük ajitasyon yaratabilecekken her şeyi kendi doğal acısında bırakmış bir film. Çok trajik hikâyeleri, öyle kendini yırtmadan, paralanmalar, bağırtılı kanlı sahneler olmadan da gösterdiği için bu film benim için diğerlerinden farklılaşıyor.

Filmdeki temel çatışma çok iyi oturtulmuş, Grace'in kendi çocuğunu doğurup doğurmama ve diğer çocuklara, özelliklede Jayden’a olan ilgisi. Grace’in geçmişte babasının cinsel istismarına uğraması, çalıştığı bakımevine gelen Jayden’ın aynı istismara mağruz kalması, Grace’in “böyle bir dünyaya” çocuk getirip getirmemesini sorgulatıyor.


Filmde çok güzel bir ahtapot hikâyesi var, hikaye de en az filmin kendisi kadar güzel.  Hayatın gerçeğine dair acıklı hikâyesini sömürmeden anlatabildiği için belki de bu yüzden beğendim filmi. Doğallık içinde duru ve akıcı..  Ahtapot hikâyesi’ni Jayden anlatıyor. Aslında derdini, babasının tacizlerini ufak sözcüklerle haykırarak anlatan, defalarca beni düşündüren bir hikaye. Murat Menteş’in bir yazısında geçen şu cümleleri hatırlatıyor bana: “Her ailede olur böyle ufak tefek cinayetler. Hiçbir roman, sıradan bir ailenin bir tek günde ürettiği şiddet ve fesadı tam olarak anlatamaz.”

 Cinsel istismar ve taciz perspektifinden çıkarıp değerlendirirsek hikayeyi,  insanların birbirini tüketmesi olarak görebiliriz. Verilen emekler, harcanan çabalar ve birilerinin sizi yok edercesine hep daha fazlasını sizden istemesini hikâyede görebilirsiniz. İyi vakit geçirdiğiniz, hayatı paylaşabileceğinizi sandığınız kişinin kendini tatmin etme duygusu nedeniyle sizi tüketmesine harikulade bir örnek oluşturuyor hikaye. Ki zaten hikâyeyi okuduğunuz da yorumlarımdan çok daha fazlasını anlamakla kalmayıp, yaşayacaksınız.

Buyrun ahtapot hikâyesi:

Jayden: Yazdığım hikâyeyi duymak ister misin?
Grace: Elbette. 
Jayden: Çocuk hikâyesi. O yüzden öyle şaşaalı sözler yok. 
Grace: Tamam.
Jayden:
“bir varmış bir yokmuş. okyanus yüzeyinin millerce altında nina adında genç bir ahtapot yaşarmış. nina zamanının çoğunu taşlardan ve deniz kabuklarından garip şeyler yaparak geçirirmiş. çok mutluymuş. ama sonra bir pazartesi günü bir köpekbalığı gelmiş.
“adın ne senin?” demiş köpekbalığı.
“nina” diye yanıtlamış o da.
 “arkadaşım olmak ister misin?” demiş köpekbalığı.
 “tamam. ne yapmam gerekiyor?” demiş nina.
“pek bir şey değil. ” demiş köpekbalığı. “kollarından birini yememe izin ver yeter.”
nina’nın daha önce hiç arkadaşı olmadığından acaba bu arkadaş olmak için yapılması gerekenlerden mi diye düşünmüş. sekiz koluna bakmış ve bir tanesinden vazgeçmenin çok da kötü olmayacağına karar vermiş. bir kolunu yeni ve harika arkadaşına bağışlamış. o hafta nina ile köpekbalığı her gün birlikte oynamış. mağaralar keşfetmişler, kumdan kaleler yapmışlar. çok çok hızlı yüzmüşler. ve her gece köpekbalığı acıktığında nina, yemesi için bir kolunu daha vermiş.
pazar günü tüm gün oynadıktan sonra köpekbalığı nina’ya çok aç olduğunu söylemiş.
“anlamıyorum. ” demiş nina.
“altı kolumu çoktan verdim. şimdi bir tane daha mı istiyorsun?”
 köpekbalığı ona arkadaşça bir tebessümle bakmış ve “bir tanesini istemiyorum” demiş. “bu sefer hepsini istiyorum. ”
“ama neden?” diye sormuş nina.
 köpekbalığı da: “çünkü arkadaşlar birbirleri için böyle yaparlar. ” diye yanıt vermiş.
köpekbalığı yemeğini bitirdiğinde çok üzgün ve yalnız hissetmiş. birlikte mağaralar keşfedeceği, kumdan kaleler yapacağı, çok çok hızlı yüzeceği birine sahip olmayı özlemiş. nina’yı çok özlemiş. bu yüzden başka bir arkadaş bulmak için çok hızlı yüzmüş.”


Filmin başladığı gibi bitmesini ve soundtrack’ini çok beğendim. Sanırım defalarca soundtrack’i ardı ardına dinleyeceksiniz.



Film depresif mi? Değil.
Üzücü mü? Değil.
Sonu süpriz mi? Değil.
Hikaye karmaşık mı? Değil.
Sinemada artık görmemeye alıştırıldığımız doğru düzgün bir hikaye olduğu için kesinlikle izlemeye değer. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder